Orta Asya’dan hakkında eşle dostla olan konuşmalarda şunu farkettim ki Orta Asya hakkında bizim kafamızda pek net bir resim yokmuş. Çoğunlukla büyük bir boşluk. Daha çok çöl resimleri, kuraklık, belki uçsuz bucaksız bozkırlar, ve de yoksulluk… 

 

Çırçık Nehri Taşkent’i yemyeşil boyamış

Özbekistan için bunlar rakamsal olarak da yanlış sayılmazlar. Topraklarının yüzde 87’si bozkırlar ve çöllerden oluşan bir ülkedeyiz. Geri kalan alanın yüzde 3’ü de ormanlara ayrılınca ancak yüzde 10 kadar bir alan tarıma elverişli konumda. Ancak bir coğrafi gerçek daha var ki o da tarihin ve bugünün en verimli toprakları da burada. Seyhun ve Ceyhun başta olmak üzere büyük nehirlerce sulanan bu topraklar dünyanın ikinci büyük pamuk ihracatçısı. Vaha şehirleri de bu tezatı yansıtıyor.

O yüzden bizim Vatan Caddesi’ni aratmayan caddelerle baştan başa döşenmiş; Kuzey’in kişi başına düşen yeşil alan’ı hesaplı şehirlerini çok rahatça geride bırakabilecek kadar çok parkı ve bahçesi olan bir şehre gelmek başlı başına bir heyecan. Buna ek olarak duyup gördüğünüz her kelimenin Türkçe’den yakın uzak bir şeyler çağrıştırması, “İstanbul’dan geliyoruz” dediğinizde gördüğünüz ilgi de cabası.

 

Taşkent. Sovyet Rusyasında Moskova, St. Petersburg ve Kiev’den sonra dördüncü, bugünse Özbekistan ve Orta Asya’daki en büyük şehir. 448.900 kilometrekarelik büyük bir ülkeyedeyiz. Yan yatmış bir çizme düşünülürse, en doğuda çizmenin burnunda verimli topraklarıyla Fergana Vadisi, onun hemen batısında da Taşkent yer alıyor. Toprakların büyük kısmıysa daha batıda. Sovyetler, ülkeler arasında toprak sorunları potansiyeli olsun da bağımsızlık falan düşünmesinler diye bu bölgede Kazakistan, Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan topraklarını birbirlerine soktuklarından Taşkent Semerkand yolu Kazakistan topraklarından geçiyor örneğin. Semerkand’dan üç saat kadar batıda Buhara ve ikisinin arasında biraz kuzeyde Nevai şehri. Daha kuzeybatıda Urgenç ve tarihi Hiva şehri dışında çok bildik yerler yok. Nüfusun da büyük yoğunluğu en doğuda Fergana Vadisi ve Taşkent-Semerkant civarında yoğunlaşmış. En kuzeybatıdaki Aral Gölü kıyıları Karakalpakistan Özerk Cumhuriyeti tarafından yönetiliyor.

 

Taşkent’e İstanbul’dan tarifeli uçakla varmak hoş bir tecrübe. Geceyarısı varan uçaktan çıkıp terminalden pasaport kontrole yürürken sağda solda Özbekçe ifadeler dikkat çekiyor öncelikle. Mesela ‘Chıkısh’ çıkış kapısını gösteriyor. Pasaport gişeleri de yabancı ülke vatandaşları ve ‘Özbekistan fukaraları’ için ikiye ayrılmış. Küçük bir terminal olduğundan pasaportun hemen arkasından valizlerimizi alıyoruz, onun peşinden de gümrükten geçiyoruz. Uçakta doldurduğumuz ve üzerimizde ne kadar para olduğunu gösteren formların bir kopyasını gümrüğe teslim ediyoruz. Diğerini damgalatıp yanımıza alıyoruz, çıkışta yine üzerimizdeki miktarı beyan edeceğiz ve ‘bir kuruş’ dahi fazla çıkarmamak gerekiyor. Biraz yüksek rakamlar beyan edenlerden özel bir odada parayı göstermeleri talep ediliyor. Etrafta gayet bol sayıda polis görüyoruz. İşlemler sakin bir tempoda ilerliyor. Bu yüzden geceyarısı gelen iki üç uçaktan biri olmamıza rağmen tüm yolcuların uçaktan çıkması bayağı zaman alıyor. Yanımızdaki eski kuşak esnaf hemen hoşnutsuzluklarını belli ediyorlar ‘ne kadar da geri kalmış bir ülke canım burası’ diyerek; ben onları ‘yapmayın, eskiden bizim memleket de böyleydi canım’ diyerek sakinleştiriyorum; daha çok biliyorum ya…

‘Eski’ ile ‘yeni’: 375 metre ile dünyanın en yüksek 9. kulesi Televizyon Kulesi 1985’te yapılmış. Önde ise Kerimov tarafından yaptırılmış bir özgürlük anıtı.

Seyyahlığın ruhuna pek yakışmasa da bu sefer kendi rotamı çizdiğim bir seyahat değil bu. Daha önceden Türkiye’nin doğusuna hiç geçmişliğim yoktu. Bilinmezleri benim için oldukça çok olan Orta Asya’ya sırt çantamı alıp tek başıma gelmeyi göze alamadığımdan bu ilk ziyareti bir tura katılarak yapmaya karar vermiştim. Güvenlik açısından endişe edecek bir şey yokmuş fakat yine de ulaşım ve hijyen açısından isabetli bir karar vermişim. Bir de milli gelirin birkaç yüz dolarda olması nedeniyle bu topraklarda gezinmek maddi olarak büyük rakamlara karşılık gelmemesine karşık, buralarda asıl harcanan zaman, ondan bol bol yanınızda getirmeniz gerekiyor. Gümrükte, şehirlerarası karayollarındaki kontrol noktalarda, alım satımda üç imza gereken döviz büroları sıralarında… 

 

Taşkent dümdüz bir şehir. 2000 yılı geçkin tarihine rağmen de çok genç. Bunun nedeni 1966’daki geçirdiği sekiz şiddetindeki deprem. Binaların çoğunun az katlı ve toprak olmasından dolayı ölü sayısının az olmasına rağmen neredeyse tek bir bina ayakta kalmadığından, Sovyet planlamacılığı eseri yeni bir şehir kurulmuş burada. Geniş caddeleri, bol sayıdaki park ve bahçeleri bu dönemin eseri. Metrosu da var ama biz inip görmedik. Metro ciddi olarak kullanılıyor olmasına rağmen bu caddelerde arabalarla dolu. Bizdeki Murat 124’leri andıran Dacia’lar ve yeni model ufacık Asya arabaları vızır vızır gidip geliyor. Benzin Türkiye’ye göre oldukça ucuz. Ama Avrupalı ya da Amerikan arabası falan görünmüyor göze pek. Eski model TOFAŞ Doğanlar var, en batıdan gelenler onlar herhalde.

Sağda solda o hep eleştirilen çok katlı Rus binaları da göze çarpıyor, çoğu bakımsız. O dönemin özelliklerinden birisi tek ya da iki odalı, banyosu ve mutfağı ortak evler yapmakmış. Şimdi bunlara rağbet yok. Sovyet döneminden kalan kimi şeyler hızla terkediliyor anlaşılan. Öte yandan kimi şeylerin de kıymeti biliniyor. Yeşil bunlardan birisi. Park ve bahçeler de o dönemden kalma ama bakımları ihmal edilmemiş. Gayet güzeller. Özellikle şehir içi yollar gayet düzgün. Şehirlerarası yollar daha çok bakıma muhtaç. Buna rağmen yolkenarlarına dikilmiş ağaçların dipleri görevlilerce temizleniyor; kilometrelerce giden bu yol kenarı ağaçların hepsi de karınca ve böceklere karşı kireçlenmiş. Taşkent’te diğer bir dikkat çekici şeyse cadde ve sokakların temizliği ve bakımı. Ancak bunları yorumlamak da oldukça zor oluyor: işsizliğin düşük olduğu bu ülkede (2003 rakamlarıyla %5) deprem meydanındaki taşların arasından çıkan otları çapalayan beş kadını görünce de insan zorlama bir istihdam yaratılmaya mı çalışılıyor diye düşünmeden edemiyor. Benzer bir düşünce Timur Müzesi’nde de aklımıza gelecek: Girişte fotoğraf makinası ve kamera için ücret ödenip bir fiş alınıyor, ve müzenin sergi salonunda bir başkası kimin bu aletleri kullandığını ve fişleri olup olmadığını kontrol etmekle görevli. Yine döviz büfelerinde para bozdururken tüm işlemleri yapan kişiyi izleyip onun imzasının yanına ikinci bir imza atmakla görevli diğer bir kişinin tek işinin bu olması da…

 

Şehirde görece olarak çok fazla tarihi eser bulunmadığından görülmeye değer yerlerin başını yeni park ve anıtlarla müzeler çekiyor. Müstakillik Meydanı ve içindeki anıtlar ve parlemonto binası bunlardan. Bunun dışında Hz. Osman zamanında yazılmış Kur’an-ı Kerim nüshalarından birisinin de bu şehirde bulunduğu söyleniyor. Son zamanda birkaç sayfası çalınmış ve gösterimi bu yüzden kısıtlanmış, biz de bu nedenle göremedik. 

 

Şehirdeki bir diğer eser de II. Dünya Savaşı yıllarında Japon esirlerce tamamlanmış olan Ali Şir Nevai tiyatrosu. Ali Şir Nevai bizim ders kitaplarında da okutulduğu şekliyle Çağatay Türkçesi’ni o dönemin baskın dili olan Farsça’nın karşısında savunan ve tekrar yaygınlaştıran büyük bir şair. Taşkent’in en büyük caddelerinden birine de onun adı verilmiş. Özbek ulus-inşaasının da Timur ile birlikte en önemli şahsiyeti. Ansiklopedilerde geçen bir milleti (yani ulusu) millet yapan değerler arasında yer alan dil, tarih ve ülkü birliği gibi kalemlerden dil için Nevai tarih için de Timur simge olarak seçilmiş sanırım.

Tabi ben beş altı günde bunca sosyolojik analizi yapmak iddiasında değilim. Bu ulus-inşa süreci detaylı çalışmaya değer bir husus. Bizde de muhtemelen benzer süreçler yaşanmıştır ve bugün de daha rafine bir şekilde devam ettirilmeye çalışılıyordur ama insan bunu bu kadar açık ve canlı olarak görünce daha bir ilgiyle izliyor. Örnek bilboardlar ve büyük binalarda vatan sevgisini vurgulayan ‘Vatan! Bu ulu duygu’ gibi ifadeler. Ancak Özbekistan’ın yeni elde edilmiş bağımsızlığını; Orta Asya’daki diğer benzer devletleri; hemen yanıbaşındaki Rusya ve Çin gibi devleri; sınırların güneyindeki Afganistan gibi onyıllardır istikrarsız topraklarda yaşananları düşününce bunların çoğu bir çerçeveye oturtulabiliyor. 

Nevai’ye ya da Çağatay Türkçesi’ne dönersek… Oğuz ve Çağatay lehçelerinin aynı kökten gelip iki ana kol olarak devam ettiği ve geliştiği söylenir. Buradaki birçok sözün bize tanıdık gelmesi ama biraz kaymış olması da bundan. Örneğin Anadolu’da da kullanılan ‘çocuk’ karşılığındaki ‘bala’. Bizim şimdilerde sadece tavuk yavrularına layık gördüğümüz ‘cücük’, burada yine ‘çocuk’ demek. Türkçe’de yeri olan ama seyrek olarak kullanılan ‘ayol’ kelimesi burada ‘kadın’ anlamında. Yine Anadolu’da lahana için kullanılan ‘kelem’, burada ‘kerem’ olarak biliniyor; bunu da pazarda adımla dalga geçenler sayesinde birinci elden tespit ettim. Dünyada kendi diline yakın ya da aynı kökten bir başka dil konuşulan bir ülkeye ziyarete giden çok vardır mutlaka, ancak ben ilk defa bu kadar yakın bir coğrafyada dolaşıyordum ve insanlarla da o kadar rahat irtibat kurabiliyordum. Gezindiğimiz yerlerde karşılaştığımız dedelerle ‘adın ne?’ ‘yaşın kaç?’ gibilerden rahatça laflayabildik, onlar ‘seksendört’ dediklerinde rahatça anlayabiliyorduk. Onlar bize adımızı, geldiğimiz yeri sorduğunda da rahatça cevaplayabildik.

Bu dil yakınlığı esnaf tarafından iyice kullanılır olmuş. “İstanbul’dan mı geliyorsunuz?” ile başlayan bir sohbet hemen sonrasında dükkana davet edilme ve halı, takke satma işine dönebiliyor. 

 

Yalnız bu Özbek takkesi işi değişik bir tecrübeye dönebiliyor. Şöyle ki: Bizde Kapalıçarşı’da nasıl fes satarlarsa burada da Özbek takkesi satıyorlar. Bizden farklı olarak Taşkent dışında Özbek takkesi gayet de sıkça kullanılıyor. Erkekler beyaz işlemeli siyah renkte ısrarlı olurken küçük kızlarda da rengarenk yuvarlak takkeler görülüyor. Ancak Taşkent’te bu takkeyle dolaşanı pek görmedim. Görmediğim gibi alıp taktığım bu takkelerle sokaklarında gezerlerken de yüzüme muzipçe gülen insanların sayısının fazlalığı da dikkatimi çekti. Nedenini de anlayamadım bu işin. Tabi burada Taşkent’te giysilerin oldukça batı tarzında olduğunu söylemek de gerekir. İnsanların giyim kuşamı İstanbul halkından pek farklı değil. Avrupa’da bile iki üç senedir yaygınlaşmış olan genç kızların bellerini açıkta bırakan bluzler giymesini neye yorumlamalı? Mesela Rus azınlığın hayat tarzının da Özbeklere etki ettiği yönünde iddialar var. Bir teori de Türk televizyon kanalları burada uydu aracılığıyla rahatça izleniyor olabilmesi üzerine kurulabilir. Otobüsümüzün şöförü Enver abi bile bize Kanal D ve atv’den benim bilmediğim bir iki dizi ismi bile saydı. Tarkan ve diğer isimler de biliniyor. Hatta Buhara’daki otele indiğimizde bir Türk oteli olmamasına rağmen lokantasında bizi Tarkan şarkıları karşılayınca ben afalladım, rehberimiz ‘ya Tarkan her yerde Tarkan’ diyerek beni kınadı. Onun sonrasında Özbek halk danslarının izleneceği bir restoranda kanun, keman, def ve neyden oluşan müzisyen grubu Kayahan’ın son şarkılarından birini yorumlayınca çok şaşırmadık artık. İlginç olan şu ki burada Yemen Türküsü ya da Üsküdar’a Gideriken gibi parçalar hiç bilinmiyordu. O yüzden kapanışı İbrahim Tatlıses ile yaptılar.

Dünyada ilk beşte yeraldığı pamuk üreticiliğinden ve ihracatçılığından yavaşça iplik, kumaş gibi mamul madde üretimine geçerek daha yüksek katmadeğer ve kara ulaşmayı ve ekonomisini de dönüştürmeyi amaçlıyor Özbekistan. Diğer bir yandan da Türkiye gibi hem milli hem de dini bağları olan ülkelerden de hızla artan oranda inanç turizmi bağlamında turizme ağırlık veriyor. Her ne kadar laik devlet dini eserlerin bakımına karışamasa da gerek bu eserlerin ‘dini’ değil de ‘tarihi’ yönü üzerinden doğrudan yardım ederek, gerekse bu çalışmaları ‘himaye’ ederek ve özel şahısların yardımlarını değerlendirerek ülkedeki bir çok cami, medrese, türbe, kervansaray hummalı bir çalışma ile restore ediliyor. Geçtiğimiz yıllarda yüzler, bu yıllarda binlerle ifade edilen Türk turist sayısının da çok daha büyük rakamlara çıkma potansiyeli bulunuyor. Özellikle İmam Buhari, Şah-ı Nakşibendi gibi büyük din adamları ve Biruni, Ali Kuşçu, İbn-i Sina gibi ortaçağ İslam aydınlanmasının öncüleri ve onların yaşadığı topraklar Türkiye’den çokça ilgiliyi buralara çekmeye aday. 

Taşkent ile bir yandan Özbekistan’ın yeni yüzüne bakarken bir yandan da geçmişine ısınmış olduk. Hatta buranın trafiğiyle, yeşil alanlarıyla, imkanlarıyla yaşanabilir bir şehir olduğunu düşündük görebildiğimiz kadarıyla. Şimdi sıra bu yollara düşmemizin asıl sebebi Moğolların gelmesinden önceki yüzyılda bilim, ticaret ve sanatın merkezi olmuş Buhara ve Timur’un dünyanın incisi haline getirdiği 15. yy.ın dünya başkenti Semerkant’ta.

Mehmet Kerem Kızıltunç

Paylaş!