Boğaziçi Üniversiteliler Derneği olarak dördüncü yurtdışı seyahatimizi Suriye’ye yapıyoruz. Coğrafi olarak çizilmiş sınırları aşma, ötesini tanıma, bilme ve ortak bir duygu yakalam

a adına yapılan bu seyahat de en az diğerleri kadar amacına matuf oluyor. Beşşar Esad yönetimiyle her ne kadar görece rahat bir ortam oluşmaya başladıysa da, bir STK olarak Suriye’de-organizasyon düzeyinde-muhatap bulabilmek hayli zor bir iş. Buna rağmen, komşu toprakların kendi halinde ahalisiyle halleşebilme adına da olsa biz durumdan memnunuz…
Adana, Halep, Hama, Humus ve Şam’a uğradığımız gezimiz üç gece dört gün sürüyor. Adana’dan sonra yolumuza otobüsle devam etmemiz, hem kara sınırında yaşanan son derece informel ilişkiler hakkında gözlem düzeyinde de olsa bilgilenmemizi sağlıyor, hem de Adana’nın bulgurlu pidesini kıymalı pide niyetine yeme şansı veriyor çoğumuza..

Adana’da gurubumuza iki kişi dahil oluyor. Biri bize gezi boyuca rehberlik edecek olan ana dili Türkçe olan Suriye’li Türkmen Ferhan Bey, diğeri ise ana dili Arapça olan Antakyalı otobüs şoförümüz. Bu durum, kimin Türk kimin Arap olduğu konusunda başta biraz kafa karıştırıcı gibi görünse de, Halep ve Şam’ın kültürel dokusunu teneffüs ettikten sonra, oldukça sıradan duruyor. Suriyeli bir Türk ile Türkiyeli bir Arap arasındaki kültürel fark teoride önemli ayrımlara tekabül etse de pratik düzeyde tamamen ortadan kalkıyor.

Suriye’nin ikinci büyük şehri Halep, Adana’dan yaklaşık beş saatlik mesafede. Dört saat sonra sınıra ulaşıyorsunuz, şansınız yaver gider de sınırda beklemezseniz bir saat daha gittiğinizde Halep’tesiniz. Yol boyunca gördüğümüz verimli topraklar, narenciye bahçeleri ve geniş düzlüklerin sarı ve toprak renginden oluşan tonları Halep’e vardığımızda yüksek binalara hatta tüm şehre sirayet ediyor.

Şehrin tam ortasındaki Halep Kalesi oldukça ihtişamlı ve etkileyici bir yapı. Neredeyse bir şehir olarak 13. yy.’da inşa edilmiş kalenin içinde camiden hamama kadar yaşam için gerekli tüm unsurlar mevcut. Şehirden 50 m. yükseklikte olan bu kaleye çıktığınızda şehri panaromik olarak görme şansına sahip oluyorsunuz. Tarihi doku büyük oranda Osmanlı eserlerinden oluşuyor.

Halep Kapalı Çarşı’sı: 15. yy. da yapılmış bir Osmanlı eseri. Hem yapı olarak hem de satılan ürünler açısından bizim Kapalı Çarşı’nın neredeyse aynısı. Halep şehrindeki diğer önemli tarihi yapı ise Zekeriyya Camii. Rivayete göre Hz. Zekeriyya’nın başı bu türbede yer alıyor.

Halep şehir merkezini birkaç saat içinde gezdikten sonra, dernekten Halep’li bir arkadaşımızın ailesi tarafından akşam yemeğine davet edildiğimizi öğreniyoruz. Son derece nazik ve konuksever bir muameleye tabi olacağımız mekana doğru yola çıkıyoruz ve merkeze yakın turistik bir restorana getiriliyoruz: Der Zamaria. Şimdi otel ve restoran olarak kullanılan bu muhteşem yapı eski Suriye evlerindenmiş. Bu bölgede, Gaziantep’de de benzerleri bulunduğu söylenen konak tarzı evler oldukça yaygın. Mimari dokuya, dekorasyona ve hatta garsonların kıyafetlerine takılırsanız her an Suriye’de olduğunuzu unutup kendinizi Sultanahmet’in turistik mekanlarından birinde sanabilirsiniz. Davet sahibi Halep zenginlerinden oldukça aristokrat bir beyefendi olan Münir Zakri Bey, değerli eşi ve kızı Münire Hanım’ın karşılamasından sonra türk müzikleri eşliğinde keyifli bir akşam yemeği geçiriyoruz. Yemekten sonra da evlerine kahve içmeye davet ediliyorlar bizi, her ne kadar zahmet vermek istemesek de kabul edilmiyor mazeretimiz..Geleneksel Arap kahvesi Mırra, türk kahvesi, arap çayı, türk çayı, çikolata, arap kurabiyesi, kurabiye-i istanbuliyye v.s. Bu arada türk kahvesini kave-i adiyye diye ikram ettiklerinde önce biraz şaşırıyoruz ama sonra anlıyoruz ki normal kahve demek istiyorlar.

Aynı gece saat 10-11 gibi Halep gezimizi bitirip Hama’ya doğru yola çıkıyoruz ve gece yarısı su değirmenlerine nazır güzel bir otele yerleştiriliyoruz. Sabah olunca değirmenleri daha yakından görüyoruz. Gerçekten de bir zamanlar işlevsel olan, şehre su nakli için kullanılan Asi Nehri üzerindeki devasa su değirmenleri oldukça otantik bir görünüm vermiş şehre. Bu değirmenlerden ötürü Medinetün-Nevair (Su dolabı şehri) de denirmiş buraya ve herbir değirmenin bir ismi varmış..

Birkaç saat içinde Hama turumuzu da bitirip Humus’a doğru yola çıkıyoruz. Humus’a vardığımızda şehirdeki büyük parklar, bahçeler, mesire yerleri dikkatimizi çekiyor. Büyük ana caddelerin bitişiğinde yol boyunca mesire yerleri yapılmış. Oldukça düzenli ve nezih bir şehir. Buradaki önemli yapılardan biri Halid bin Velid Camii. Avlusundaki kitabede Halid bin Velid’in ölmeden önce söylediği sözler yazılı.

Ve Şam’a yolculuk. Şam’a vardığımızda gece yarısı olduğundan günün yorgunluğuyla herkes biran önce köşesine çekilmek istiyor. Sabah şehri gezmeye başladığımızda ilk dikkatimizi çeken şey soluk benizli binalar oluyor. Her ne kadar renkli ışıklarla süslenmiş arabalar bunun aksini söylese de rehberin iddiasına göre buralarda dış görünüşe, özellikle evlerin dış görünüşüne önem verilmezmiş, asıl önemli olan ‘iç’ güzelliğiymiş. Sokakta gördüğümüz siyahlara bürünmüş modadan azade kadınların vitrinlerdeki aşırı süslü iç kıyafetleri bu durumda daha anlaşılır oluyor. Şoför diyor ki, “valla bu Suriyeliler ışık hastası, bir gün bir araba gördüm sandım ki şehir geliyor”. Kaldığımız otel merkeze yakın olduğundan ertesi sabah şehri gezmeye en merkezi noktalardan birinde bulunan Abdülhamid tarafından yapımına başlanmış Hicaz Tren Garı‘ndan başlıyoruz. Böylece ortaöğretim ders kitaplarından beri adını sıkça duyduğumuz tren garının önünde fotoğraf çektirme şansına da sahip oluyoruz…

Şam’da görülmesi gereken çok sayıda tarihi yapı ve türbe var. İslam aleminin önemli simalarının türbelerinin yer aldığı şehri gezerken kendinizi kaptırırsanız tümüyle türbe ziyaretine çıkmış gibi bile hissedebilirsiniz. Muhyiddin-i Arabi Türbesi, Hz.Cafer-i Tayyar ve Bilal-i Habeşi’nin türbeleri..Osmanlı bu yüzden Şam-ı Şerif demiş buraya.

Zeynep Camii hem mimari yapısıyla hem de sosyal dokusuyla oldukça etkileyici. 5 ton altın katılmış büyük bir kubbesi var. Camii’den çok türbe vazifesi görüyor. İçinde tek tük namaz kılanlar var. Siyah giymiş Acem kadınlarının ağıtları Camii’nin görkemine hem ihtişam hem de gizem katıyor.. Kerbela Olayı‘ndaki Zeynep’e ağlıyorlar. Türbeye bağladıkları çapullar sıradan turistin oryantalist gözlükleriyle bakınca çok da rahatsız edici görünmüyor, ama türbede namaz kılmaya gelince, ben kiliseden bozma Emevi Camii’nin sükunetini tercih ediyorum. Önemli toplumsal olaylara imza atmış Zeynep Camii’nin şair-filozof ahalisinin coşkusu bize sanırım biraz la-dini geliyor..

Emevi Camii çok büyük avlusuyla oldukça görkemli bir yapı. Emeviler zamanında kiliseden camiye çevrilmiş. Hz.İsa‘nın yeniden dünyaya ineceği rivayet edilen minare burada: Ak Minareİmam Hüseyin‘in Kerbela‘da Yezid‘in adamları tarafından kesilen ve Şam‘a getirilen başının defnedildiği bölüm avluda. Camiinin içinde de Hz.Yahya‘nın kabri var. Camii’nin tavanındaki ahşap direkler dikkatimizi çekiyor. Bir arkadaşımızın iddiasına göre Cuma namazında, cemaatin içinde asayişi sağlamak için olsa gerek, bu direklerin üzerinde polisler oluyormuş. Semavi dinlerin tümünü kucaklayabilecek görmüş geçirmişlik ve görkemiyle ayakta duran bu muhteşem yapıya yeterince nazik davranılmadığı da ortada…Tesettürsüz bayanlara kapıda giymeleri için verilen cübbeler de ortaçağ keşişlerinin kıyafetlerini andırıyor. Bu kıyafetteki kadınların görüntüsü ile Camii’nin dış yüzeyindeki resimler birleşince insan muhayyilesi başka alemlere kayabiliyor..

Süleymaniye Külliyesi‘ndeyiz. Külliyeye girer girmez tam ortada Hafız Esad’ın büstü ile karşılaşıyoruz. İki-üç günlük Suriyeli olarak şehrin her yanında, arabaların camında ve hatta binaların dış yüzeyinde dev Esad posterleri görmeye alışmaya başlamış olsak da burada gördüğümüz manzarayı ister istemez yadırgıyoruz. Büstün önündeki asker Esad’ı korumaktan yorulmuş olmalı ki yorgun ve derinden bakıyor..

Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1524’de Mimar Sinan‘a yaptırılmış ve 1978’den itibaren bir kısmı müze olarak kullanılmaya başlanmış olan Külliye‘nin içinde 1987’de Rus-Suriye işbirliğiyle uzaya gönderilmiş Soyuz füzesinin kapsülleri var. Arka bahçede ise Sultan Vahdeddin‘in son derece sade ve hatta bakımsız denebilecek kabri. Vatan toprağına gömülmek üzere vasiyet etmiş ve Şam’a gömülmüş..

Şam’ın kutsal mekanlarını seyre ve zamandan mekandan anlam yakalamaya dalınca vakit de su gibi akıyor…Dönüş vakti yaklaşmış olmasına rağmen henüz ne Şam’ın meşhur tatlısından ne de süslü hediyeliklerin almamış olduğumuzu farkediyoruz. İlk işimiz leziz görünüşlü tatlıların olduğu bir dükkana girmek oluyor. Tatlılar öyle cazibeli ki birer paket kimseyi tatmin etmemiş olacağından herkes üçer dörder paketle çıkıyor dükkanlardan. Bizim baklavaya benzemesine rağmen çok daha hafif ve şerbetsiz olan Şam tatlıları tadından ziyade görüntüsü ile de oldukça doyurucu. Tatlıcıdan sonra bir-iki saatlik alışveriş molası…

Şam’da alışveriş denince ilk akla gelen yer Halep’te görmüş olduğumuz Osmanlı yapımı Kapalı Çarşı’nın biraz büyüğü olan, adından da anlaşılacağı üzre Sultan Abdülhamid tarafından yaptırılmış olan, Hamidiye Çarşısı. Burası kapitalizmin görece girdiği nadir bölgelerden olduğundan büyük alışveriş merkezleri ve süpermarketleri her yerde göremiyorsunuz. Batılı markalar yok denecek kadar az. ‘Marka’ zannettikleriniz ise genellikle Suriye üretimi.

Bir STK olarak Suriye topraklarında muhatap bulabilme ümidini de taşıdığımız yolculuğumuz bu anlamda çok da tatmin edici olamıyor. Misafirhanesine konuk olduğumuz Şeyh Nablusi ilk dakikalarda bir nebze de olsa temkinli karşılıyor bizi. Buna rağmen hemen sonrasında ortak bir duyguda buluşmak ve karşılıklı iyilik temennilerinin ötesinde halleşebilmek imkanını bulabiliyoruz. Şeyh Nablusi’nin mekanı Osmanlı’dan kalma bir Külliye. Medrese usulü eğitimin yapıldığı Külliye’de farklı odalarda halka olmuş bir grup genç yada çocuk kendilerinden yaşça büyük ağabeylerini dinliyorlar. Bizim ağırlandığımız oda orijinal şark usulü olsa da duvardaki büyük ekran plazmanın oluşturduğu aykırılık dikkatten kaçacak gibi değil.

Süslü püslü arabaların, debdebeli ev dekorasyonlarının ve vitrinlerdeki gösterişli bayan kıyafetlerinin birbirini tamamladığı atmosferin ardındaki masalsı dünyayı anlamanın tek yolu bu alemin o kadar da masalsı olmadığını görebilmekten geçiyor..Kapitalizme, amerikan ürünlerine son nefes teslim olmamışlığıyla realiteyi önemli bir yerden yakalayan masallar diyarının bu gerçekliğe ne kadar direnebileceği ise kimsenin malumu değil..

Dönüş yolunda arkadaşımız Zülfikar’ın türküleri eşliğinde Akdeniz bölgesinin sarının tonlarından oluşan geniş düzlüklerini seyre dalıyoruz:

Karşıda görünen hey dost ne güzel yayla
Bir dem süremedim ey dost giderim böyle
Ala gözlüm pirim pirim sen himmet eyle
Bende bu yayladan ey dost Şah’a giderim.

Nigar Bulut Tuğsuz

Paylaş!