Córdoba – Kurtuba

Granada’yı arkamıza alıp kuzeybatıya doğru yola çıkıyoruz ertesi gün. Hedefimiz Endülüs tarihinin önemli aktörlerinden, eski başkent Kurtuba.

Cami-katedral’in Guadalquivir’in karşı kıyısından görünüşü
Şehir Romalılar tarafından, Guadalquivir (Wadi al-Kebir, Büyük Nehir) Nehri’nin teknelerle kara içinde ulaşılabilen en derin noktasında kurulmuş. Limanından İspanyol ürünleri, özellikle zeytinyağı, şarap ve buğday eski Roma’ya yollanırmış. Romalılar, nehrin üzerine bugün de aynı yerde bir köprünün durduğu El Puento Romano’yu yapmışlar. 

Biz Cordoba’ya doğru yol alırken, biraz gerilere gidip Emeviler tarihine bir gözatmamız gerekiyor. 90 yıllık egemenlikleri sırasında Müslümanların başkentini Şam’a taşıyan Emeviler, burada, o dönemde dünyanın harikalarından birisi sayılan Ulu Camii’yi yaptırırlar (707). İnşaatı 709-715 arasında tamamlanan bu camiinin kemerli yapısı Kudüs’teki Mescidi Aksa (687) ile benzerlik gösterir. Emeviler, bir yandan da hükümdarlıklarının sınırlarını genişletiyorlardı. Doğuda Çin sınırlarına kadar uzanırken, batıda da Kuzey Afrika’yı ele geçirmiş, Atlantik kıyılarına kadar ilerlemişlerdi. Doğuda Türkler İslamla karşılaşırken, batıda da Berberiler bu dini kabul ettiler. Berberiler, Musa ibn Nusayr ve komutanı Tarık bin Ziyad’yla beraber Cebelitarık’ı geçip İspanyaya çıktılar. Bu dönemde idarecilerinin baskısından bıkmış olan yerel halkın da desteğiyle Araplar, İspanya içlerinde Vizigotları yendikten sonra 713’de Fransa’da Narbonne’ya vardılar. 732 yılında Paris’ten 170 mil uzaklıktaki Loire Vadisi’nde Charles Martel tarafından durdurulunca, ilgilerini tekrar Endülüs’e çevirdiler. 

Bu arada, doğuda, olaylar Emevilerin aleyhine gelişiyordu. 747’de Horasan’da çıkan ayaklanmalar Emeviler’in sonunu getirdi. Abbasilerin iktidarı ele geçirmesinden sonra felaketten kurtulan tek isim Abdurrahman ibn Muaviye oldu. Bir hizmetkarı ile birlikte Şam’dan kaçan Abdurrahman, 756’da İspanya’da Endülüs Emevi devletini kuracaktı.

Onuncu yüzyılda, Kurtuba, başkent olarak 500,000 nüfusa ulaştı. Paris’in o zamanlardaki nüfusu 38,000 idi. Şehirde 113,000 ev, 80,000 işyeri, 1600 cami, 70 kütüphane ve 900 hamam mevcuttu. Bu kütüphanelerinden birisinde 500,000 elyazması eser olduğu rivayet edilir. Avrupa’da ilk sokak lambaları burada yanmıştı. Şehrin bir kaç kilometre dışında bulunan hilafet ikametgahi Medinetüzzehra’nın yapımı 40 yıl sürmüş ve şehrin gelirinin üçte biri buraya akıtılmıştı. 11. yy.’da yıkılmasına dek bir harika olarak anılan bu şehrin 20.yy başında başlayan restorasyonu hala devam ediyor. 

Mezquita’nın batı kapısı. Sanat tarihçilerine göre zamanında bu kapıya eş başka bir eser bulunmuyordu. Prof. Torres Balbas’a göre bu kadar başarılı başka bir esere rastlamak için geç Roma dönemlerine kadar gitmek gerekiyor.
İşte Cordoba’ya varıyoruz. La Mezquita’ya yürüme mesafesinde küçük bir otele yerleştikten sonra, şehrin sıcak ve dar sokaklarında yürümeye başlıyoruz. Palmiye ağaçları küçük meydanları süslüyor. Kamu binalarının önünde portakal ağaçları, geleneksel anlamlarıyla hala gücü simgeliyorlar. La Mezquita’ya, yani Cami’ye yaklaşırken Mezquita Bar’ın yanından geçiyoruz, zaman herşeyi tersine çevirmekte ne amansız.

 Portakal ağaçlarının arkasında çan kulesi

Caminin bahçesi yine portakal ağaçlarıyla dolu, adı da Portakal Avlusu zaten: Patio de los Naranjos. Caminin yapımına Abdurrahman I, 786 yılında başlamış. Şehirlerin ilginç bir karakterleri var: dinleri değişse de şehrin ibadethanelerin yerleri değişmiyor. Cordoba’da daha önce bir Roma tapınağının bulunduğu yerde daha sonra Vizigotik bir kilise inşa edilmiş. Önceleri Cuma namazları için kiralanan bu kilisenin bir kısmı ihtiyacı karşılamaya yetmeyince de, burası satın alınıp genişletilerek bir camiye çevrilmiş. Hrıstiyanların şehri geriye almalarıyla ise caminin bu sefer içine bir katedral yapılmış.

 Mekanı daha yüksek yapmaya olanak veren çift kemerli yapı ilk olarak bu camide kullanıldı

Caminin hikayesine geri dönelim. Caminin mimarisi, az önce bahsettiğimiz Şam ve Kudüs’te örnekleri görülen mimari tarzının bir sonraki adımı sayılabilir. Şam’da kemerlerle oluşturulan koridorlar geniş bir mekan sağlarken, kemerlerin üzerindeki sütunlar da mekanı yükseltiyorlardı. Kurtuba’da ise ilk defa üstüste iki kemerli bir yapıya geçildi. Caminin estetiğini inanılmaz derecede artıran bu kemerler ve kemerlerin kırmızı ve beyaz taşlarla renklendirilmeri çok zarif ve asil bir zevkin eseri. Mimari bir önermeye göre sütun, doğadaki ağaçtan ilham alan bir bileşendir. Buna bu kemerleri hurma ağaçlarına benzeten yorumları eklediğinizde taşlar biraz daha yerine oturuyor. Sütunların en önemli özelliklerinden birisi de caminin ilk kısımlarında hemen hiçbirisinin cami için özel olarak yapılmamış olması. Etraftaki başka tapınak ve kilise yıkıntılarından taşınan sütunlar, bu yüzden tamamen farklı boylarda ve şekillerdeler, ancak kimi toprağa gömülerek, kimiyse altlarına konan taşlarla yükseltilerek eşitlenmişler. Bu çeşitlilik kimi yerde kırmızı kimi yerde beyaz mermer sütunların da caminin iç mekanına ayrı bir renklilik katmasına neden olmuş. Kimi sanat tarihçilerine göre de cami, başka türlü korunması mümkün olmayan bu sütunları bugünlere dek getirmek gibi özel bir görevi de üstlenmiş durumda. Camii adeta bir müze ve UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası programı kapsamında.

 

Yorumlara göre bu sütun-ormanı bir vahadaki hurma ağaçlarını sembolize ediyor
 Bu adeta çılgınca süslenmiş kemerler, dökülen emeğin ve sabrın en iyi kanıtı belki de

Suriye tarzında inşa edilmiş olan bu caminin asıl mimarının kim olduğu bilinmiyor, fakat rivayetler arasında Sultan Abdurrahman’ın da adı geçiyor. Caminin en ilginç özelliklerinden birisi de kıbleye olan konumu. Kurtuba’dan kıbleye yönelmek için Kuzey’den 112 derece dönmek gerekiyor. Ancak Kurtuba Camii’nin mihrabı Kuzey 150 dereceye bakıyor. Bunun sebebiyle ilgili de çeşitli rivayetler var. Bunlardan birincisi, mevcut mihrabın Abdurrahman’ın Endülüs’e ilk çıktığı yer olan Almuñecar’a bakıyor olması. Diğer bir öneri ise, Şam’a göre Mekke’nin 150 derece kuzeyde yer alması; buna göre Müslümanlar burada namaza durduklarında aynı Şam’da duruyor gibi hissedeceklerdi kendilerini. Başka bir rivayet ise, caminin üzerine kurulduğu kilisenin temellerinin yıkılmasına gerek görülmemesi. Kulağa en makulu bu gelse de yine de biraz garip.

 Ahşap tavan süslemeleri

 Bir başka sütun ormanı

 Mihrabın üzerindeki kubbe

Caminin diğer bir önemli kısmı ise mihrabı. El-Hakan sultan olunca Kurtuba sanatının zirvesi sayılan mihrabın yapımına gelmişti sıra. Charlemagne Abbasi’lerle aynı tarafı aldığında, Endülüs Emevileri de İstanbul’daki Doğu Bizansla iyi ilişkiler içine girmişlerdi. Bunun üzerine el-Hakan Bizans imparatoru Nicephorus Phocas’tan tavsiye istedi. Müttefik imparator tavsiye vermekle kalmadı, 15 ton altın mozaik küp ve Bizans mozaik dekorasyon tekniğini Kurtubalılara öğretecek bir ustayı da Endülüs’e yolladı. Bu mihrabın bugünlere dek bozulmadan nasıl gelebildiğini bilmek zor. Belki aynı Ayasofya’daki gibi, ayet ve süslemelerin üzerleri sıvanmıştı ve sonradan ortaya çıktı.

 Bizans’tan gelen yaldızlarla süslenmiş mihrap

 Mihrabın üst kısmındaki süslemeler

 Mihrabın iki yanındaki kapılardan bu soldaki hazineye açılırken, sağdaki de hükümdarın sarayına giden bir geçide açılırmış

Bu arada fotoğraf makinelerimizin kapasitesi, ya da bizim hazırlıksızlığımız istediğimiz resimleri almamıza izin vermiyor. Hoş, üçayak getirmiş olsak bile kullanamayacaktık. Cami-katedralde flaş ya da üçayağa izin verilmiyor. 

 Mihrabın yanındaki kapılardan bir detay. Hat ve süslemeler resimde göründüğünden çok daha iyi durumdalar!

 Al Mansur’un 987’deki son genişletmesinden sonra bu tek katlı camide 40,000 kişi aynı anda ibadet edebilir hale gelmişti.

Ne zamanki Kurtuba, tekrar Hrıstiyanların eline geçti, bu muhteşem cami için de tehlikeli günler başladı. Başlangıçta kral uzun bir süre izin vermese de sonunda Hrıstiyan dinadamları istedikleri inşaat iznini aldılar ve caminin tam orta yerine devasa bir katedral inşa etmeye başladılar. Bugün, binada kilise ve cami içice ve bir kilise olarak hizmet veriyor, Pazar günleri ayinler düzenleniyor. 

 Caminin içinde birden yükselen Gotik katedral. Muhtemelen koro kısmı.

 Hangi devirden kaldığını kestiremediğimiz metal bir süsleme

Bu arada gariplikler yine peşimizde: kapıya doğru yöneldiğimizde, bir gün önce Elhamra kapısında tanıştığımız mimar Josep’le karşılaşıyoruz. O da bizim gibi bir Endülüs turu yapıyor. Bu sefer ayaküstü bayağı sohbet etme imkanımız oluyor. Bize bu cami-katedral ile İstanbul’daki Ayasofya’yı birbirlerine benzettiğini anlatıyor. Türkiye’den, Selimiye’den, Sinan’dan konuşuyoruz, sonra Barselona’da döneceklerini söylüyor. Bu akşam Toledo’ya kadar yol alıp yarın Barselona’ya inecekler. Bizim de planımızda bir gün Sevilla’yı görüp sonra Barselona’ya geçmek var. ‘E bari orada da görüşelim’ diyip orada tekrar buluşmak üzere ayrılıyoruz. Barselona’da Josep bize sözverdiği üzere, bir geceyarısı, en dar, en ıssız sokaklarda şehrin tarihini ve mimarisini anlatan harika bir şehir turu yaptıracak. Neyse, şimdi biz Kurtuba’ya geri döneceğiz. Yalnız şu Ayasofya-Katedral benzetmesi aklımıza takılıyor: Katedral bugün hala ibadete açık… 

 Saksılarla süslenmiş bir avlu duvarı

Kurtuba sadece cami-kiliseden ibaret değil elbet. Mesela gitmeye zamanımızın olmadığı Medinetüzzehra’daki kalıntılar şehrin o zamanlardan kalan diğer önemli kısımları. Akşam iyice şehrin üzerine oturmadan bir de ara sokaklara dalalım diyip Musevi Mahallesi’ne yöneliyoruz. Bembeyaz sokakları ve badanalı bu duvarları süsleyen saksıları ile Cordoba’nın bir başka ilginç yönü de burası. İlkbaharda saksılar ve çiçekler çok daha canlı olur ve avlular halka açılırmış, biz bugün yazın sıcağından artık solmuş çiçeklerle yetinmek durumundayız. Bilmem kaçıncı kez bir sinagogun içini görmeye niyet ediyorum hayatımda ama yine fırsat olmuyor, ben de Musevi Mahallesi’nde ‘Aklıkarışıklar için Kılavuz’un yazarı İbn-i Meymun ya da nam-ı diğer Maimonides ile bir resim çektirmekle yetiniyorum. Kurtuba’da doğan İbn-i Meymun, sonrasında Fas, İsrail ve Mısır’da bulunmuş, ve bir rivayete göre Mısır’da Selahattin Eyyubi’nin de doktorluğunu yapmış. 

 Musevi Mahallesi’nin dar, saksılı sokakları.

Cami-katedral, Guadalquivir’in üzerindeki roma köprüsünün tam kapısında, şehrin girişinde yer aldığından, bir de köprü üzerinden camiyi görmek üzere nehre yöneliyoruz akşam olurken.

 Büyük Nehir’i geçen köprü

Sabah, Endülüs’teki son durağımız olan Sevilla’ya doğru yola çıkacağız.

Sevilla

Sevilla’nın adını nereden aldığını kestirmek zor. Muhtemelen çok eskilerden almış bu adı. Latince’de Hispalis olarak bilinmiş, Arapça’daki Isbilia (ya da Yxvillia) eski İspanyolca’ya Sibilia olarak geçmiş. Buradan da Sevilla olarak bugünlere gelmiş. İspanyolca’da ‘v’ ve ‘b’ harfleri birbirine çok yakın. Mesela Valensiya İspanyolca’da /ba’lenθja/ olarak okunuyor ki, bu da Müslümanların onu Belensiye olarak adlandırmasıyla örtüşüyor.

Sevilla M.Ö. 8. ya da 9. yy’da kurulmuş. Aynı Cordoba gibi, o da Guadalquivir’in üzerinde kurulu bir nehir şehri. 711 yılında Müslümanlar tarafından ele geçirildi. Emeviler başkenti Cordoba’ya taşısalar da şehir önemini pek kaybetmedi. 1031’de hilafet çözülünce başlayan beylikler döneminde önemli şehirlerin başında geliyordu. 1147’de Kuzey Afrika’dan gelen yeni bir fetih akını Almuhad’ları iktidara ve Sevilla’yı başkent konumuna taşıdı. Bu tarihten, düşeceği 1248’e kadarsa şehir başkent olmanın ihtişamını yaşadı, orta çağın en gösterişli şehirlerinden birisi oldu.

Bugün şehirde Müslümanlar’ın zamanından kalma çok fazla bir eser olduğu söylenemez. Nehrin kıyısındaki Altın Kule (Torre de Oro, 1221), bugün o zamanlardan kalma en önemli simge sayılıyor. 

Sevilla, İspanya’nın emperyal döneminin başkenti olduğundan Latin Amerika’dan tüm ganimetler ilk buraya gelirmiş. Şehir bu yüzden o kadar ağır, o kadar ihtişamlı saraylarla süslü ki. Ta ki gemilerin boyutları büyüyüp nehirden içerilere kadar giremez hale gelinceye kadar Sevilla ihtişamli günlerinin keyfini sürmüş. 

 Uzaktan Giralda

Aslında Sevilla’nın anlatılacak çok fazla güzelliği var. Örneğin dünyanın en büyük üçüncü katedrali ve en büyük gotik binası burada. 1248’deki fetihten sonra Hrıstiyanlar şehrin camisini katedrale çevirdiler, ancak binaya dokunmadan 153 yıl kadar kullandılar. Şehrin ekonomisinin iyice güçlendiği yıllarda ve 1366’daki depremden sonra şehri saran yeniden inşa hareketiyle 1401’de “bizden sonra gelenler bize deli diyecekler” diyerek katedralin inşaatına başladılar. Katedralin çan kulesinin (Giralda) orijinali, Ahmed ibn Baso ve Ali de Domera tarafından yapılan caminin minaresiydi. 

 Plaza de España’da Toledo’nun ‘reconquista’sını gösteren seramikler

Katedralin hemen yanıbaşında yeralan Alcazar ise sultanların ve kralların sarayı olarak kullanılmış. Yorgunluğumuzdan ve zamanlama hatasından burayı gezemiyoruz. Akşama doğru kendimizi Plaza de España’ya zor atıyoruz. 1929 yılında, şehirde modern yapılaşmayı başlatan Latin Amerikan fuarı için yarım daire şeklinde yapılan bu devasa bina, meydanı ve arkasındaki park ile gerçekten büyüleyici. Bir çok İspanyol şehri bu fuarda mallarını tanıtmışlar. Her şehrin standının arkasında o şehri tanıtan da birer mozaik bulunuyor. Kimileri şehirlerinin güzelliklerini anlatan bu mozaiklerin bazısı da tarihleriyle karşımıza çıkıyor. Tarih dendiğinde de ilk akla gelen o şehirlerin La Reconquista (yeniden fethi, 739-1479) günlerini gösteren resimler. Örneğin Portekiz’in kuzeyine düşen Galiçya’daki Lugo, bu şehirlerden birisi. 

 

Lugo’nun yeniden fethi
Fakat artık öyle yorgunuz ki, yavaş yavaş geri dönüş yolculuğuna çıkıyoruz. Daha göremediğimiz çok yer var. İbn-i Arabi’nin doğumyeri olan Valensiya’ya uğrayamayacağız. İbn-i Rüşd’ün izine rastlamadık. Ve daha nicelerini anamadık bile. Ama şunu gözden kaçırmamak gerekiyor. İber Yarımadası’nda, dünya tarihinin önemli bir dönemecinde yaşanan onca olayı, dile kolay tam 781 yılı bir çırpıda anlamak, dört güne sığdırmak mümkün değil. 

Evet Endülüs’ün sonunun hazin oluşu, geriye bakınca bir çok kimsenin ağzında buruk bir tad bırakıyor. Ama onlar da, tıpkı Osmanlı gibi, yükseldiler, durakladılar, bölündüler ve yaşayacaklarını yaşayıp gittiler. Tıpkı Granada kuşatıldığında 2. Beyazıd’dan yardım istemek üzere gelen elçinin sunduğu mersiyesinde Ebu-l Beka’nın dediği gibi: 

Çıkan iner, kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu.
Niçin bunca gurur maldan, mülkten, addan sandan insanoğlu?

Oluşta ne var ki olduğu gibi dursun, hiç değişmesin.
Sen de gök gibisin, bir gün masmavi güneşlik, bir gün bulutlu.

Nerede, de bana, o taçlı hükümdarları Yemen’in?
De bana, onların taçlar içinde bile taç olan taçları ne oldu?

Şeddad’ın cennet diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem,
Sasanilerin ebedî sanılan devleti ne oldu?

Altınları yığdı yığdı da bir dağ yaptı Karun, hani o dağ?
Hani Âd, hani Adnan, hani Kahtan, dünya nimetlerinin köpüren yurdu?

Reddi mümkün olmayan bir hâle uğradılar. 
Bir masal oldu onlar. Bir varmış bir yokmuş. Bir toz toprak bulutu.

Osmanlılar yardım edebilirler miydi? Murat Belge, Osmanlı Yahudileri çağırdı ama Arapları çağırmadı diyor, Sezai Karakoç’a göre donanmamız o gün o kuvvette değildi; Hekimoğlu İsmail’e göre Osmanlı Cem Sultan sorunlarıyla meşguldü. Etselerdi ne olurdu? Bilmek zor. Aslında Endülüs, hala açılmamış bir kara kutu bizim için.

Paylaş!