2009 yaz aylarını Ortadoğu ve İpek Yolu ülkelerinde gezen İngilizlerin seyahatnamelerini okuyarak geçiren biri olarak Diyarbakır ve Mardin’de ‘farklı’ şeylere odaklanmam ve dönüşte Facebook’a koyduğum fotoğraf seçkisiyle Iraklı, Afgan, Hint ve Türk arkadaşlarımın kafasını karıştırmam gayet doğaldı…

Nasıl bir çok-kültürlü coğrafyaya geldiğimizi ilk günün sabahı Diyarbakır Ulu Cami’ne girerken anladım: Busra’nın taşı, Ermeni ustaların işçiliği, Emevi cami planı ve İstanbul’dan da alışık olduğumuz Roma sütunları…

Namazımızı kıldıktan sonra, Diyarbakır yeni olaylı bir güne hazırlanırken, caminin avlusundaki medreseye giriyoruz. İşte bu medrese, ileriki günlerde hep bahsi geçeceği gibi, dışarıdaki olaylarla çok ilgili. Görevli bize 2005 yılından beri yaptıkları hizmetlerden bahsediyor: kurulan kütüphane, Arapça, Osmanlıca, İngilizce dil kursları, uluslar arası sempozyumlar… peki 2005 öncesi? Medreselerin kapatılması ile birlikte kaybolan onca yıllar, değerler, diller… Mesudiye Medresesi günümüzde yaşadığımız İslam ve Kürt meselelerinin ne kadar bağlantılı olduğunun tarihi kanıtlarından. Gezimiz boyunca konuştuğumuz idareciler, profesörler ve gazeteciler de aynı noktaya değiniyor: yüzyıllar boyunca eğitim veren Kürt medreselerinin kapatılması sadece Kürt kimliğine zarar vermekle kalmamış, aynı zamanda İslam geleneğine hakim olan entelektüellerin yetişmesine engel olmuş. Bu medrese benim için bizi buraya getiren ‘meseleyi’ en güzel özetleyen yer. Böylece daha ilk günden ‘görev yerine getirilmiştir’ hissine kapılıyorum. Akşam otele vardığımızda caddenin tam karşısında, Diyarbakır surlarıyla aynı koyu gri taştan yapılmış bir binaya asılmış ‘mikro kredi’ tabelasının altında pinekleyen İsveçliler görüyorum. ‘Uluslar arası toplum’ her zamanki gibi uzun boylu sarışın İsveçliler cismaniyetinde ülkenin güneydoğusuna gelmiş, hayatlar kurtarmakta.
Ertesi günkü ziyaretlerimiz ‘yerel halk’ın ritüellerini yakından izlemek üzere Şeyh Musa’nın türbesiyle başlıyor. Cumartesi gününü en iyi şekilde geçirme yolunun sevdikleri – ölü ya da diri fark etmez- bir büyüklerinin yanında olmak olduğunu düşünen Diyarbakırlılar çoluk çocuk burada, kadınlar büyük kazanlarda tavuk kaynatıyor, yaşlı bir teyze bize elindeki her derde deva ottan satmaya çalışıyor. (Efendim, Orta Doğu ve Orta Asya’da yaşayan Müslümanlar ölülerini ziyaret ettiklerinde kutsal kitapları olan Kuranı Kerim’den parçalar okuduklarında bunların onların ruhlarına ferahlık verdiğine inanırlar, bkz. xyz….) Duamızı edip, el arabasında sattığı CD’ler üzerinden Kürt müziği hakkında derin bir muhabbete girdiğimiz satıcıyla vedalaşıp tekrar yola koyuluyoruz. Şoförümüz burada doğan erkeklerin isimlerinin hep Şeyhmus, kızlarınınkinin de Sultan olduğunu söylüyor. Ertesi gün Diyarbakır’dan hareket etmek üzereyken yaşlı bir amca bize gelip ‘Beni Şeyh Musa’ya götürün diyor’. Diyarbakır camisiyle, türbesiyle (bir akşam vakti surlar boyunca yürürken kaldırımın ortasında önümüzü bir ‘yatır’ kesiyor mesela) İslam’ın bütün güzelliklerinin yaşandığı bir şehir.

Şeyh Musa’dan sonraki durak Mardin’e vardığımızda şehrin aşağısından geçen yolu takip edip Kasımiye medresesine geliyoruz ve bu bize gezi sonunda tekrar keşfetmemiz gerektiğini fark ettiğimiz Artuklu mimarisi hakkında ön bir bilgi sağlıyor. Diyarbakır’daki koyu gri taşların yerini gülkurusu taşlar alıyor ve rehberimizin işaret ettiği gibi bu taşları işleyenler yine Ermeni ustalar. Kendi kendimize ‘Kimdi bu Artuklular?’ diye sorarken bu sefer kendimizi başka unutulmuş bir kültürün başkentlerinden birinde buluveriyoruz: Dayrul Zaferan. Mardin’in biraz dışında, çorak dağların arasında kurulmuş bir manastır, ‘seyidna’larını görmeye gelmiş Süryani cemaat, bize inançlarının inceliklerini anlatan İshak Bey ve odasında bize o harika safranlı çayı ikram eden Oxford mezunu Metropolit efendi. (Efendim? A siz de mi Fulan kolejdeydiniz, o zaman mutlaka Profesör Filanı tanırsınız, kâhyasının kurabiyeleri pek lezizdir… Efendim? Mor Circis mi dediniz? Ha, yani bizim Saint George- evet bizim kolej şapelinde de haçlı savaşçısı kıyafetinde bir resmi var…)
Kafamın içinde bu konuşma dönerken Metropolit Bey bize açılan sınırların güzelliğinden, Tanrı’nın bahçesindeki güllerin çeşitliliğinden bahsediyor ve manastırın dış merdivenlerine kadar bizi geçirip, ‘hayırlı yolculuklar’ dileyerek cemaatinden Suphi Bey’e teslim ediyor. Suphi Bey de bizi dosdoğru Mardin’de bir lokantaya götürüyor. (Not: restoranda yemekleri yapan hanımefendiyle tanışıyoruz. Hanımefendinin eşine yemeklerin sırlarını sorduğumuzda ‘Ben bilmem, eşim bilir, zaten burayı da o işletiyor’ diyor. Mikrokredi? İsveçliler?)

İkindi vaktinde Mardin Ulu Cami’ye geliyoruz. Keşfedilmesi gereken bir şehir var ama ben kalan vaktimin hepsini oturup belki de şimdiye kadar gördüğüm en güzel minareyi seyrederek, gelen her turist kafilesine uzun uzun minarenin mimarisini anlatan çocukları dinleyerek geçirmek istiyorum. Sarı taştan yapılma minare kaidesinden itibaren değişik hat kompozisyonlarıyla yazılmış ayetler ve sahabe isimleriyle süslü. Ve en ucu da Osmanlı’dan alışık olduğumuz gibi sivri değil; tok olarak dönüyor. Sanki doğanın törpülemesini beklemeden, kendi kendini coğrafyasına göre tanzim etmiş bir yapı. Bu minare bana yazın okuduğum İngilizlerin bir tanesinin Afgan güncesinde koca bir bölüm ayırdığı, Herat yakınlarda şu anda Unesco koruması altında olan, Afgan imparatorluklarından Gorların yaptırdığı Cem Minaresini hatırlatıyor. O minarenin cephesini çevreleyen sure Meryem suresi iken, Ulu Camininki Ayetel Kürsi. Rehber çocuklardan birisi minarenin yapı malzemelerinden bahsederken Horasan harcından bahsediyor. Eski manasıyla Horasan İran, Türkmenistan, Afganistan ve Özbekistan’ı içine alan bir coğrafya. Bu minare benim için böylece ipek yoluna açılan bir kapı oluyor. Güneş iyice batmaya başladığında şehrin yukarılarına çıkıp minarelerin ve karpuz dilimi şeklindeki Artuklu kubbelerinin ardında leylaklaşan gökyüzünü ve onun da ardındaki yeşil ve kahverengi, Semerkand’a kadar uzandığını hayal ettiğim ovayı seyrediyorum.

Fakat gerçekten de ipek yolu üzerinde olduğumuzu ertesi günkü ilk durağımızda hissediyoruz: Malabadi köprüsü. Dünyadaki en geniş kemerli taş köprü olan Malabadi, Silvan’ı Siirt ve Bitlis’e bağlıyor. Burada da köprünün tarihini anlatan çocuklar var ve zehir antropolog bir arkadaşım onlarla muhabbet edip söyledikleri türkünün sözlerini kaydediyor. Böyle büyük ve mühendislik harikası bir köprüyü bu önemli ticaret yolunun üzerine yaptıran Artuklulara hayranlığımız bir kat daha artıyor. Köprü-manzaralı ama terkedilmiş izlenimi veren bir çardağın altında soluklanıp, çardağın sahibini nice sonra bulup çay içiyoruz. Etrafı kolaçan ettiğimde yola yakın Farsça bir ‘parking ve restoran’ tabelası görüyorum. Fakat herhalde mevsim o mevsim değil. Yine de bir on dakika sonra gerçekten de Tahran plakalı bir otobüs Malabadi köprüsünün yanına yapılmış yeni köprüden geçip doğuya olan yolculuğuna devam ediyor.

Biz de öyle yapıyoruz ve bizi Hasan Keyf’e götüren yolda yine İngiliz güncelerini hatırlatan sahnelerle karşılaşıyoruz: petrol kuyuları ve tank sevkıyatı. (“Arabistanlı Lawrence ‘yerel liderler’e kendi eliyle para vermezmiş. Bir çuval altını getirip önlerine koyup ‘Alın avuçlayabildiğiniz kadar’ dermiş. Ve ‘liderler’ de 300-400 poundluk altından fazlasını avuçlayamazmış. Fakat Arabistanlı Lawrence bilirmiş ki kendi elleriyle aldıkları için bu onları daha çok mutlu edermiş)

Hasan Keyf’te bizi önce Dicle karşılıyor ve efsunlu bir dünyaya adım atıyoruz. Önce Timur tarzı, Özbekistan fotoğraflarından tanıdık kubbeler görüyoruz. Bunlardan birisi Zeynel Bey türbesi, etrafındaki binaların çoğundan sadece birkaç duvar kalmış ama o hala ayakta, planlanan barajın onu sular altından bırakacağı günü bekliyor. Sonra sadece üç ayağı kalmış olan Hasan Keyf köprüsünü görüyor ve kaleye doğru giden yolda tırmanmaya başlıyoruz. Taştan bir dünya olan bu yol sonunda bizi yine çok az şeyin ayakta kalmış olduğu kaleye çıkarıyor.

Manzara gerçekten inanılmaz, aşağıda Dicle’nin kenarından içine doğru sokulan çay bahçesi ‘taht’larını görüyoruz. Ama benim gözüm yine Zeynel Bey türbesinde. Gövdesine mavi taştan yazılan yazılar buradan bile seçilebiliyor. Arkasında yanmaktan pembeye çalan çorak dağlar, önünde akan Dicle nehri. Bu gerçekten de bir ipek yolu sahnesi ve fotoğraf albümüme kapak yaptığımda ipek yolunun dünyanın dört bir yanına dağılmış torunları resimlerin altına “buralar ne kadar bizim illere benziyor” babından yorumlar bırakıyor. 

Kürtleri daha yakından tanımak için geldiğim bu yerlerde çok daha fazlasıyla karşılaşıyorum. Muhabbet ettiğimiz kanaat liderlerinin de bize söylediği gibi bir vesileyle Türkiye’nin doğuya ‘açılması’nın sadece Kürt kültürüne değil, çok daha geniş bir coğrafya açılması demek olduğunu anlıyorum. Formülü Afganistan’dan gelen harç, planı Şam’dan gelen cami, hepsi burada. Dicle’nin içine kurulmuş tahtımızda çayımızı içerken bütün bu coğrafyaları birbirine bağlayan, her dilde ayrı söylenen hikmetli hikâyelerden birini anlatıyor adaşım Nagihan bana. Yüzme bilmediği halde sevgilisini görmek için her gece Dicle’yi geçen genç, sevgilisinin benini fark ettiği gece sulara kapılıp gider.

Biz de Sadi’den dersimizi alıp sadece güzelliklere odaklanıp Dicle’yi seyretme ve dinlemeye devam ediyoruz, tekrar yola çıkma saati gelip çatana kadar…

___________________________________________
Nagihan Haliloğlu

İstanbul doğumlu Nagihan Haliloğlu Beyoğlu Anadolu Lisesi (1993), Boğaziçi Kimya (1997), Middlebury College English Lit. M.A. (2002), Oxford Üniversitesi Şarkiyat Çalışmaları M.St. (2003) eğitimlerinden sonra 2009’da Heidelberg Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı bölümünde doktora çalışmasını tamamlamıştır. 

Halen ABD’de Lehigh Üniversitesi’nde Visiting Scholar olarak görev yapmaktadır.

Paylaş!